15 Aralık 2013 Pazar

Türk, etnik bir topluluk da değildir!

Türk ırkı var mıdır yok mudur ile ilgili bir tartışma başladı. AKP'li vekil, AKP'li olmasına karşın, haklı bir tanım yaptığı hâlde MHP'den tépkiler gelmişti. Ardından ulusalcı cepheniñ bir önderi olan Doğu Perinçek de AKP'li vekiliñ söylediklerini doğrulayan bilgiler vérdi. 

Gerçekten de Türklük bir ırk değildir, dahası etnik bir köken de değildir; Türklüğüñ, daha kapsayıcı veya geñiş bir kavram olduğunu, eñ azından öyle ortaya çıkıp soñ zamanlarda bundan saptırıldığını tartışacağım. Genetik anlamıyla ırk zaten yañlışlanmış bir olgudur, olsa olsa kişioğlu bir ırktır. Tabî bu durum, etnik veya kültürel veya coğrafî kimlikleriñ olmamasını, daha özel olarak Türk kimliğiniñ olmadığını gerektirmez. Bu yazıda, Türk kavramını irdelerken, diğer ilgili kimlikleriñ de ne tür bir konumda olduklarını ayrıca irdeleyeceğim. Özellikle yazınıñ soñ bölümünde Türk kavramınıñ kimseniñ tekeline bırakılamayacak déñli önemli ve gerekli bir kimlik olduğunu añlatacağım, tıpkı diğer kimlikler gibi.

Konuda dalmadan önce, söylemeden édemeyeceğim; AKP'li Yasin Aktay'ıñ tek hatâsı, İsmet Özel gibi Türklüğü İslam'la özdeşleştirip öncesini yok sayan biriniñ sözünü alıntılamasıdır çünkü sözünde doğrudan "Türk ırkı yoktur" diyor, bu da milliyetçileri doğal olarak kızdırıyor; dahası, milliyetçileriñ kendi mensubiyetleriniñ yok sayılması söz konusu oluyor. İsmet Özel'iñ o sözü, tıpkı bir dönem Ülkücüleriñ ve soñrasında Kenan Evren'iñ "Kürt diye bir şey yoktur" türünden sözler démesini añdırıyor, Kürtleriñ de nasıl tépki verdiklerini añımsayıñız. Neyse ki, AKP'li olmasına karşın Aktay, diğer tümcelerinde durumu düzeltmiş, dahası Perinçek'ten de düşünce ma bilgi olarak arka almıştır.

Özüne bakarsañız, soñ birkaç on yılda Türk kavramını etnik bir añlamda kullanmak olağanlaşmış görülmektedir. Oysa sözü édilen etnik topluluğuñ adı Türk değil, Oğuz ya da Yörük veya Abdal'dır. Birileri bence Türklük kavramını kendi tekéline almaya çalışarak başkalarına üstünlük sağlama péşinde benim görüşümce. Oysa Türklük, ne ulusalcılarıñ ne ülkücüleriñ ne de başka bir öbeğiñ tekéline bırakılabilir! Aynı şeyleri Kürtlük için de düşünüyorum: PKK veya BDP gibi "oluşumlar", Kürt etnik kökenini kendi tekéline almaya çalışıp güç élde étmeye çalışıyor (tabî bu başka bir yazınıñ konusu). Özellikle "Kürtler ve Türkler" gibi yañlışımsı ifâdeler sık geçiyor, sanki bunlar kesişmeyen, ayrık iki toplulukmuş gibi. Oysa bir kişi hem Kürt hem Türk olabilir. Belki adam kendini dünya vatandaşı görüyordur?

Konuya dönersek, eñ geñiş añlamıyla Türk, Türkçe konuşandır. Bu tanımı Tarihçi-Türkolog Jean-Paul Roux de aynen bu biçimde vérir [Roux, "Türklerin Tarihi", bét 9]. Ulusalcı Perinçek'iñ bile değindiği gibi, Türkçe konuşan halklarıñ kalıtım/genetik dağılımı oldukça karışıktır, tek bir soya indirgenemez. Dar añlamıyla ise Türk, Cumhuriyeti kuran Türkiye halkıdır. Atatürk'üñ yaptığı bu tanımı biraz daha açmadan önce, geñiş añlamdaki Türk kavramını irdeleyelim.

Tarihte Türk kavramı.


Türk adı, Gök Türkler dışında, 1923 yılına dék hiçbir devletiñ adında geçmemiştir. Osmanlı'nıñ ilk döneminde, Orta Asyadan ve Anadolu Selçuklularından gelen bir devlet olduğu añlaşılsın diye Türk adı, yalñızca dili konuşanları bélirtmek için kullanılmış (Türkî), bir yandan da Marşlarda Türk Milleti olarak geçmiştir. Ardından İmparatorluğuñ soñ dördünüñde Türklük, özellikle orduya oğul véren nüfusu añlatmak için kullanılmıştır. Ondan önce yalñızca etnik adlar olan, Yörük, Türkmen, Abdal gibi tanımlar bulunurdu. Batılılar, Türk sözcüğünü Sunnî-Müslüman kavramıyla eş añlamlı olarak kullanmışlarsa da, Osmanlı için böyle bir déñlik yoktu. Osmanlı'da daha çok "köylü, kaba saba adam" añlamları kaydedilmiştir [bkz. Kâmus-i Türkî].

Osmanlı'nıñ soñ dönemlerinde Fransız İhtilâli'nden yayılan ulusçuluk/milliyetçilik akımı, Anadolu topraklarına da ulaşmıştı. Birtakım Macar tarihçileriñ, sözde Ural-Altay (Turan) ırkı ile ilgili yazılarından soñra Türklüğü bir ırk olarak tanımlamak amacıyla bazı Jön Türkler, Anadolu'da Türk sözde ırkına/etnik kökenine dayalı bir akım başlatmış oldular. Daha soñrasında Cumhuriyet döneminde Hüseyin Nihâl Atsız gibi yazarlar ile Türkçülük-Turancılık akımı iyice géñişleyecek; davalarla bastırılıp marjinal bir topluluk olarak kalınca bu akım, İslâm ülküsü ile birleşip Muhsin Yazıcıoğlu ma Alparslan Türkeş gibi siyasetçiler doğuracaktı. Bu türden siyasetçiler ve ardılları, Devletiñ önemli konumlarında yükselip Türkiye Cumhuriyeti'niñ ilk devlet terörünü uygulatacaktı. Bugün ise Devlet Bahçeli, bu politikalardan kendi kitlesini uzak tutabilmiş görünüyor. Ancak bu kéz AKP hükümeti, bu konuda vardiyayı devralmış, devlet terörünü açıktan, arkasına cemaatleri alarak uygulamaya başlamıştır [bkz. Uluslararası Af Örgütü Gézi Parkı Raporu].

Türklük kavramı tarih içinde birçok kéz değişime uğramış, birçok kéz siyâsî amaçlarla öz añlamınıñ dışına itilmiştir. Örneğin, Türklük kavramı ilk kéz Gök Türk Kağanlığı'nda bir boylar birliğini (konfederasyonunu) bétimlemek için kullanılmıştır [bkz. Çin kaynaklarında 突厥 Tū-jué "miğferliler, çapulcular", Orhun yazıtlarında Türük bodun "Türk/düzenli boylar", Gök Türk-Bizans étkileşimleri. Hunlarda olduğu gibi Gök Türklerde de, Türk dilini konuşan göçebe boylar bir araya gelmiş, birkaç yüzyıl uzlaşı içinde yaşayabilmişlerdir. Orkun yazıtlarında bu durumuñ sağlanmasını türü "töre/düzen, yasa", él "devlet, il/ülke" ve ét- "düzenlemek" kavramlarıyla añlatmışlardır:
Üze kȫk teñri basmasar, asra yagız yér télinmeser, Türük bodun, iliñin türüñün kem artatı udaçı érti? (Üzerinde mâvi gökyüzü çökmezse, aşağıda yağız yér délinmezse, düzenli boylar, devletiñizi, düzeniñizi kim bozabilecekti?) Kül Tégin yazıtı, Doğu yüzü 22. dize.

Zâten, Türük "düzenlenmiş/düzenli" sözcüğü de Ana Türkçe *tür- > tüz- "düzenlemek, düzmek" éyleminden gelir. Burada dénmek istenen, boylarıñ başı boş çapulculuklar yapmaları yérine, tek çatı altında kurulan bir düzene veya töreye girip kendi kaynaklarını oluşturmasıdır.

Kısacası, Bumın Kağan ma İştemi Kağan önderliğindeki Gök Türkler, özellikle göçebe olan boyları birleştirmiş, aralarında etnik ya da ırksal bir ayrım yapmamıştır. Ancak Orkun yazıtlarından añlaşılacağı üzere, Türk olarak anılan boylardan ayrı olarak, içlerinde bulunan Oğuz Béylerine de bol bol seslenilmektedir: 
Türük Oġuz Bégleri, bodun! (Türük [düzenli olan] Oğuz Béyleri [ve] boylar). Kül Tégin yazıtı Doğu yüzü 22. dize.
Türük bégler, bodun! (Türük [düzenli olan] béyler [ve] boylar). Kül Tégin yazıtı Güney yüzü 10. dize.
Otuz Tatar, Tokuz Oguz bégleri, bodunı! (Otuz Tatar [ve] Dokuz Oğuz béyleri [ile] boyları). Kül Tégin yazıtı Güney yüzü 2. dize.
Görüldüğü gibi, tüm örneklerde Türük "Türk, düzenlenmiş" sözcüğü sıfat işlevindedir çünkü bodun sözcüğü bod "boy, kavim" sözcüğünüñ eski çoğul eki -n almış biçimidir, tamlanan éki almamıştır. Bunu, örnek olarak Türük bodunı (Türk boyları) değil, Türük bodun (Türk [düzenlenmiş] boylar) olarak sıfat tamlaması biçiminde yér almasından ma sözcüğüñ kökenindeki añlamından añlıyoruz (oysa Oguz "Oğuz" sözcüğü sıfat değil, hep ad olarak kullanılmıştır: Oğuz Bodun/Bégler değil Oğuz Bodunı/Bégleri). Démek ki Türk sözcüğü, o dönemde gerçek añlamıyla ("düzene girmiş boylar") kullanılıyordu.

11. yüzyıla gelindiğinde ise, Kaşgârlı Mahmud'uñ yazdığı Divânü Lugât'it-Türk (Türk Dilleri Sözlüğü) gibi yapıtları görüyoruz. Bu yapıtta özellikle Türk maddesine baktığımızda Kaşgârlı; Türkleriñ, Tañrı élçisi Nuh'uñ "Türk" adındaki oğlundan geldiğini savunur. Bu adıñ Tañrı tarafından konulduğunu söyler, daha da ileri gidip Türk'leriñ Tañrı'nıñ ordusu olduğunu bildiren isnat zincirini Tañrı élçisi Muhammed'e dayandırdığı bir kut sözü (hadisten) dile getirir. Oysa Türk sözcüğü Gök Türklerden (5.yy) önce görülmez. Ondan önceki oluşumlarda ise Türk dénilen boylardan daha géñiş bir boy birliği kuran Hun, Avar kağanlıkları ve Mançu egemenliğindeki Çin hanedanlığı vardı, ancak bunlar Nuh'uñ oğulları gibi bir soy birliğine dayanmaktan çok uzaktı.


Tarihte Oğuzlar ve Türkler.

Oğuzlarıñ Türk kağanlığında (Gök Türk) baskın bir etnik topluluk olduğunu söylemiştik. Oğuzlarıñ Türk kavramından daha eski oldukları gerçeği ise Türk kavramını aydıñlatmada daha yardımcı olacak bir konudur. Oğuzlarıñ eskiliği, Türk kavramınıñ zaten 5.yy'da oluşması ancak Oğuz adınıñ çok daha eski kaynaklarda bulunması ile açıklığa kavuşur. 

Oğuz adı, Oğuzlarıñ eski bir kolu olan Oğur adıyla aynı sözcüktür. Buradaki /r/ ma /z/ karşıtlığı, Türk dilleriniñ zaten eñ bilinen özelliklerinden biridir [bkz. Rhotacism/Zetacism]. İlk Türkçe başta hiç /z/ ile /ş/ içermeyen bir dilken daha soñra ikiye ayrılıp bir kolundaki /r/ ile /L/ sesleri sırasıyla /z/ ile /ş/ oldu ancak diğer kolda bu değişim gerçekleşmedi. Bu değişimiñ ana étkeni, bu iki koluñ ayrılıp aralarındaki iletişimi yoka düşürmeleridir: R-L Türkçesi konuşan Bulgar Türkleri ilk yüzyıl sıralarında Doğu Avrupaya göç éttiler. Bugün onlarıñ tek kalan torunları Çuvaşlar hâlen bir R-L Türkçesi konuşmaktadır. [Fuat Bozkurt, Türklerin Dili] [Emine Ceylan, Çok Zamanlı Çuvaşça Ses bilgisi] [Talat Tekin, Volga Bulgar Kitabeleri ve Volga bulgarcası] [Talat Tekin, Tuna Bulgarları ve Dilleri]

Bulgar Türklerine, daha doğrusu Ogurlara, Arap kayıtlarında Ġur/Uġur olarak, Avrupa kayıtlarında Ugour/Ogour/Yougour olarak geçer. Bulgar devletlerinde bu ad da geçmektedir: Unogur, Kutrugur ile Utrugur devletleriniñ adları, On Ogur, Tokur Ogur (Dokuz Oğur) ile Otur Ogur (Otuz Oğur) biçimlerinden ses değişimi geçirmiştir. Bu adlar da Türk Kağanlığı içindeki Tokuz Oguz, Üç Oguz, Otuz Tatar, On Ok gibi boy topluluklarıyla beñzer yapıdadır. İlk Oğuz adınıñ ise Çin kaynaklarında geçen Mou-Tun olduğuna inanılmaktadır ancak bu sözcüğüñ Bagatur sözcüğüne denk geldiği daha güçlü bir olasılıktır. Bu yüzden aynı dönemlerde Hunlarıñ savaştığı bir boy olarak anılan Wu-Çi, Hu-Çi, Wu-hu gibi yazılışlarla añılan boy adlarınıñ özünde Oğur sözcüğü olduğu görülür (Çincede heceler ya açıktır ya da /n/, /ng/ ile biter, o yüzden Oğur ya da Oğuz adını yazmak Çincede oldukça güçtür).


Oğuzlar daha soñra Oğuz Yabguluğunu kurup, ardından Selçuklular, Gazneliler, Akkoyunlar, Karakoyunlar gibi devletler kurmuş soñunda Anadolu Selçuklularıyla Bizans'a dayanmışlardır. Oğuzlarıñ Anadolu'ya gelen bölümüne geñellikle Türkmen de denir. Türkmen, "Türk gibi, Türkî, Türk beñzeri" démektir çünkü bir şekilde Türk dénilen boylar topluluğunuñ yöneticileri olagelmişlerdir. Türkmenleriñ bir bölümü Horasan'da kalmışsa da, çoğu Anadolu'ya göçmüş olduklarından Yörük (yürümüş démektir) veya Abdal (Türkmen olanlar içindeki bir Alevî rütbesinden gelir) veya Ahî (Arapça kardeş sözcüğünden gelir) adını almışlardır. Bu adlar özellikle Osmanlı döneminde Sunnî ile Anadolu Aleviliği ayrışmasınıñ başlamasıyla oluşmuş, Osmanlı devlet yapısı tarafından bu gruplarıñ özellikle Alevî olanları dışlanmıştır.


Türkiye Cumhuriyeti'ne varıncaya dék Türk sözcüğü geñellikle köylü olan Oğuz boylarını nitelemek için kullanılmıştır. Çünkü askere alımlar, bu boylar üzerinden gerçekleşir ve nüfus sayımınıñ ikinci nédenini oluşturur (ilk nédeni vérgilendirme gereksinimidir). Askere alınanlar kayıtlar Yörük olarak geçer, ancak Fransız ihtilâli soñrasında Türk diye de añılmaya başlandı.


Fransız ihitlâlinden soñra Fransa'da gelişen akımları takip éden gençler, oraya gönderildiler. Yurda dönenlere Jön Türk (Genç Türk) adı vérildi, nitekim Avrupa Osmanlıdaki Müslüman Oğuzlara Türk adını vériyordu. Jön Türkler, Fransa'dan ithâl éttikleri milliyetçiliği Türk adıyla yaymaya başlarken bu akımıñ doruklarında Macar tarihçilerden aldıkları destekle "Türk ırkından" söz étmeye başlayanlar oldu. Bu da aydıñlar arasında "Türk" veya "Türk değil" ayrımını/yaftasını doğurdu. Bu durum yaygın olmasa da kimilerince hâlen yapılmaktadır ne yazık ki.




Cumhuriyet dönemindeki Türk kavramı.


Cumhuriyet döneminde, Türk kavramında ortaya çıkan sapmalarıñ düzeltildiği görülüyor. Cumhuriyeti kuran Atatürk, ırkçı veya etnikçi bir yaklaşımı yadsıyıp doğrudan "Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" sözü ile "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözünü Türk kavramını tanımlamak için kullanmıştır. Buna göre, toplum olarak Türkler, kurucu olarak sayılacak tüm topluluklar olarak tanımlanır. bunlar arasında Yörükler, Abdallar, Lazlar, Çerkezler, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Rumlar başta olmak üzere Anadolu'da yaşayan tüm etnik topluluklar sayılmalıdır. Bu da "Türk milleti" kavramını bir etnik topluluklar topluluğu yapar. Bugün bu sözüñ biraz değişiği Anayasa'nıñ 33. maddesi olarak çok soñradan eklenmiştir.

Öte yandan birey olarak Türk ise, kendine Türk diyen olarak tanımlanmıştır. Bugün kimi milliyetçileriñ bu sözü kendi tekellerine alıp kendi baskıcılıklarını meşru hâle getirmesi, etnik milliyetçilik yapanlarıñ da bu sözü ırkçı bir añlamda algılamalarına néden olmuştur.



Türk kavramınıñ işlevi.




Şimdi diyeceksiniz ki, mâdem Türk etnik bir köken de değil, kastedilen etnik kimlikler Yörük/Abdal/Türkmen ise, bu durumda Türk kavramına né gerek var? Cumhuriyeti tüm bu kimliklere eşit uzaklıkta, CHP Géñel Başkanı Kılıçdaroğlu'nuñ önerdiği üzere, bir vatandaşlık kavramı üzerine oturtsak?



Gerçekten tüm kimliklere eşit uzaklıkta ve tek bir yalıñ vatandaşlık tanımı oldukça usa yatkın ve çözümleyici bir öneridir. Ancak bunu engelleyen bir şey var: Türk kimliğiniñ gerekliliği. Bu kimlik, özünde kendini Yörük, Abdal, Türkmen, Arap, Kürt, Çerkez, Laz veya Ermeni gibi bir etnik kimlikte hissetmeyip ancak geçmişini de inkâr étmeksizin var olabilmek isteyen kişiler için gereklidir. Tüm sülâlesi, atıyorum, Yörük veya Kürt veya karışık kökenlidir ancak kendisi şehre yérleşmiş, yarı göçebeliği ya da çiftçiliği/hayvancılığı/toprağı bırakmış, üzerinde o tür kimlik izleri taşımayan birçok kişiniñ olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu tür kişiler, işte, kendilerine Türk diyeceklerdir, démektedirler. Bu şekilde mutlu olmakta, ancak buna yapılan bir tehtid algısı olduğunda ise mutsuz olmakta veya öfkelenmektedir. Tam karşılığı olmasa da, Kürtleriñ, ezildikleri için algıladığı büyük tehtid gibi hislere kapılabilir hatta bu yüzden birçoğu Kürtleri añlayabilmektedir.

Soñuç olarak, ırk/etnisite üzerinden siyasetle bir yére varmaya çalışanlar geñellikle kötü niyetli ya da bilgisizdir, ancak geñellikle kötü niyetlidir. Türk'ü tekeline almaya çalışan birtakım milliyetçi kesimleriñ engellenmesi, Türklüğüñ onlardan kurtarılması gereklidir. Ancak bu tek başına gerçekleşebilecek bir olay değildir. Burada kendini Türk olarak görenleriñ, yani Türkleriñ, yanlarına özellikle Kürtleri ve diğer toplulukları alarak, onlarıñ da kimliklerini tekel olmaktan kurtarmalıdır. Bu birlik oluşmadıkça bu ülkeden né Cumhuriyet olur, ne yol olur ne kasaba! :)



Yiñe de güzel bir şey söyleyeyim: Gézi parkı direnişi, ilk bir ayında, gerçekten söz éttiğim türden bir birliğiñ ilk sınamasıydı.

2 Aralık 2013 Pazartesi

YÖK soñrası yüksek öğretim

Bu yazıda Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) 'nuñ kaldırılması durumunda bilimiñ, araştırmanıñ  ve yüksek öğretimiñ geleceği üzerine okuyucunuñ katılmasını umduğum bir düşüncemi işliyorum. Ana düşüncem, üniversiteleriñ özérk/bağımsız olup, yaptıkları öğrenci alımlarında, sınavlarda, kadro alımlarında, yönetim séçimlerinde, yönetmeliklerde ve uygulamalarda bir éşitsizliğiñ olup olmadığını denetlemek amacıyla bağımsız bir yargı düzeneğiniñ kurulması yönündedir.


Özet olsun diye çizdiğim çizelge.


YÖK, 1982 T.C. Anayasası'nıñ 131. maddesiyle taban bulur, ilgili yasa ise 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu'dur. Kenan Evren, Türkiye'deki tüm Üniversiteleri tek bir çatı altında toplamakla, darbe öncesindeki öğretim üyeleriniñ haksızca kadro bulması olayına soñ vermiş olacağını söyleyrek gerçekten içimize su serpmiştir(!) Ancak YÖK kurularak başka bir sorun ortaya çıkmıştır: öğretimiñ, araştırmanıñ niteliğiniñ aşırı düşmesi ile bilimcileriñ yétişmesiniñ güçleşmesi.

Bu büyük bir sorundur çünkü yüksek öğretimiñ amacı da bu durumuñ tersini gerçekleştirmek, ülkeyi bilim yapılabilecek bir yére çevirmek, bilimcileriñ yétişebilmesini sağlamak ma bilim dünyasına olabildiğince katkıda bulunmak değil miydi?

Biraz daha somut gidelim. YÖK'ü istemiyoruz, orası bir gerçek. Ancak şimdili düzeni YÖK'ten arındırırken karşılaşılacak direnciñ yalñızca siyasî érkten gelmeyeceği çok açıktır. YÖK'üñ varlığına ve bu düzene bağlı kalmış birçok kişiniñ olduğunu çok iyi biliyoruz. Kalkıp bir gündoğumunda "Durum böyle olduğu üçün YÖK'ü yok étmek zorunda kalmıştır!" dénildiğinde kendi geleceğiniñ tehlikede olduğunu düşünen birçok öğretim üyesi ve memur, bir direnç oluşturacaktır.

YÖK'üñ eñ büyük götürüsü, bilimcil araştırmaları düzene sokacağım diye evrensel olmaktan alıkoymaktır. Né de olsa, bilimcil araştırmalar ülkeleriñ sınırlarınıñ ötesinde olup bağımsız bir tabanda yapılmak durumundadır. Kısacası üniversiteler, özerk olmalıdır, kendi bilim hedeflerini koyabilmeli ve ona göre özgürce hareket édebilmelidir. Bilimsel araştırma kaygısı güden bir ortamda da, siyasetiñ kabadayılık yapmasına engel olacak olanlar yiñe bilimadamları olacaktır. Yalñız, burada büyük bir çatışma var: bilim özerk olacak da, bilimciler özérk olmayacak ki!

Bu, YÖK kalıdırıldığı ânda oluşacak olan bir çatışkı olup başka bir şeyle düzeltilebilir: yargı. Evet, yargı bu işiñ içine dos doğru girmelidir. Üniversiteler, özérk olursa, içindeki bilimcileriñ yañlış işler yapmasını önleyecek, kısaca onları denetleyecek bir düzenek gerekir. O da bir yargı kurumuyla gerçekleşebilir: bağımsız bir yargı kurumu.

Öğrenci, öğretim üyesi, kadrolu çalışan, yönetici alımlarında, yönetmeliklerde, sınavlarda tüm yétki üniversiteniñ ve bölümleriñ olmalıdır. Bu da bilimde özérkliktir zaten. Hemen ilk itirazı duyar gibiyim: "Né yani, öğrencilerini üniversite kendi mi seçecek?". Hem evet, hem hayır! Bölümler, öğrencileri ölçecek ve değerlendirecek ancak bu ölçme ve değerlendirmeleriñ éşitlikçi bir yolla olup olmadığını dénetleyecek.

Kısacası, bağımsız bir yargı kurumu üniversiteleri, T.C. Anayasası'na, insan hak ve özgürlüklerine göre denetleyecek. Sınavlarda bir kayırma, öğrencilere ya da çalışanlara bir haksızlık yapamasın diye her şey denetime açık yapılacak. Onuñ dışında üniversiteler kendi istedikleri hedefleri oluşturup o hedefe yürüyebilecekler.

Bunuñ olabilmesi için yargı kurumunuñ bir tür mahkeme olması gerekmektedir. Şimdiki durumda vatandaşla ile devlet arasındaki davalara bakan Yargıtay, Anayasa ile uyuşmazlıklara bakan Anayasa Mahkemesi, devlet kurumları arasındaki davalara bakan Danıştay ve soñ olarak Askerî mahkemeler yüksek yargı olarak bulunuyor. Ayrıca ticarî davalara bakan ticarî mahkemeler, devlet kurumları arasındaki mâli denetimi yapan Sayıştay gibi birçok mahkeme bulunuyor. 

İşte bunlara ék olarak, Yüksek Öğretim Mahkemeleri kurulmasından yanayım. Bu mahkemeler, bir yüksek öğretim kurumuyla ilişikte olan kişiler arasında ve onlarla muhattap vatandaşlar arasında geçen davalara bakmalı, yüksek öğretim kurumlarını denetlemelidir. Yüksek öğretim kurumları ise, bu denetimiñ sınırları içerisinde özgür olmalıdır, nitekim bu sınırlar da başkasınıñ özgürlükleriniñ doğal sınırlarıdır.

Örneğin, böyle bir düzende ÖSYM diye bir merkez ortadan kalkmış olacağı için bölümlere giriş sınavları ve yérleştirmeler, doğrudan bölümler tarafından yapılacaktır. Dahası, sınavlar eleme yoluyla değil, başarı yoluyla ölçme ve değerlendirme içerisinde olacak, denetiminde ise öğrencileriñ ve üniversiteleriñ oluşturduğu ortam soñucunda gelişen yönetmelikler ve T.C. Anayasası rol oynayacaktır.

4 Ekim 2013 Cuma

Örgütsüzlüğüñ Örgütü: Ağ

Örgütlenmek, her zaman yapay olmamıştır. Geçmişte doğal gelişimler göstererek örgütlenmiş birçok topluluk vardır. Dahası, bunuñ bir kişioğlu topluluğu olması da gerekmez. Çok abartı gibi gelebilir ancak, hücreniñ ortaya çıkmasından 1 milyar yıl soñra oluşan bakteri kolonileri de bir örgütlenme örneğidir gerçekten. Ancak yazınıñ konusu, tabi ki, hücreleriñ örgütlenmesi değil.

Yazınıñ amacı; Gézi direnişinde sokaklara çıkan, ardından semt meclislerine çekilen, ülküdaş olmayan ve çok ayrık veya çelişik görüşleriñ bir arada bulunduğu bir gençliğiñ örgütlenmesi sorununu, değişik bir yönden tartışmaya açmaktır. Bu konuyu irdelerken, géñel ağıñ (internetiñ) direnişiñ örgütsüz olarak ortaya çıkmasına yardımcı olmaktan çok daha ötesine ışık tutacağını göreceğiz.

Yazınıñ soñuç bölümünü şimdiden söylemem gerekirse (spoiler!); geñel ağıñ (internetiñ) bugünkü kullandığı yöntemleriñ, doğrudan Gézi direnişiniñ doğal örgütlenmesi olacağını savunmaktayım. Herkes nasıl bugün geñel ağa hiçbir aracı olmaksızın doğrudan bağlanıp bilgi aktarılabiliyorsa, ileride gençlik de toplu kararlarını, bireyleriñ doğrudan ifâde éttiği düşünceler ile doğrudan alabilecek, diye düşünüyorum. Yazıyı ikiye ayırdım, ilk başlıkta temel bazı doğal örgütlenmeleri, ikinci başlıkta ise onlardan örnekseyerek yapılabilecek bir örgütlenme pratiğini tartışıyorum.

Kimi temel örgütlenmeler.

Girişte de sürekli geñel ağ gibi bir iletişim düzeneğini örnek vérdim çünkü örgütlenmeniñ tabanında gerçekten de iletişim yatar. Buna eñ uygun örnek, yiñe canlı biliminden: karınca kolonisi. Karıncalar, özünde yiyecek bulup yuvaya taşımaya yarayan ufak makineler gibidir. Devriye gézen bir karınca (çöl karıncası dışında!) yiyeceği bulur bulmaz, yuvasına dönmeye başlar ancak bu kéz bir salgı bırakır. Bu salgı, ilginç ancak basit bir biçimde, yiyeceği alma işiyle görevlendirilecek yuvadaki karıncalara yiyeceğiñ olduğu yére dék kılavuzluk éder. Bu iletişim düzeneği ile, aşırı örgütlü olarak, yiyecek yuvaya parça parça taşınır (bkz: packet-switching!). Karıncalarla aynı yapıda olan arılar ise, iletişim için vızıltıları ve havada asılı kalma hareketlerini kullanırlar. İşte, siz bir doğa ortamında yémek yérken başıñıza yakın, gıcık gıcık ve kesikli uçuş yapan arınıñ amacı "yiyecek kokusu alıyorum" démektir.

İlk Kişioğulları'nıñ ataları olan Homo Erectus (benim koyduğum adla: Direlmiş Kişi), bundan yaklaşık 1 500 000 yıl önce birbirleriyle yansıma seslerle konuşuyorlardı. Bunu, bilimciler, onlarıñ bıraktığı kalıntılardaki beyniñ kafatasında yarattığı izlerden söyleyebiliyor. Direlmiş Kişi'lerde topluluk içi iletişimiñ diğer canlılara göre daha yüksek olduğu (örneğin çocuklarıñ ana baba dışındakilerce de bakılması gibi) artık éyi biliniyor. Aşırı doğa koşullarında bulundukları Afrika kırlarından tüm yér yüzüne yayılmalarını sağlayan dayanışma, Kişioğlu'nuñ ilk örgütlenişini sağlam bir iletişim yoluna bağladıklarını gösteriyor.

Yayılmak démişken; soñ buzul çağındaki buzlanmadan yararlanarak Asya'dan Amerika'ya ilk göçen Kişioğlu olan Kızılderilileriñ ataları, bundan yaklaşık 30 000 yıl önce tehlikelerden korunmak için uzakta yaşayan boylara dumanla bilgi aktardılar. Dahası bunu İngilizleriñ Amerika'yı yeñiden bulması dolaylarına dék sürdürdüler. Bundan 10 000 yıl önce ise güvercinlerle iletişim kuruldu. Ayrıca Çinliler, bundan 5000 yıl öncesinden béri iletişim konusunda birçok uygulama yaptı.

Orta Asya'ya geldiğimizde, çok eski tarihlerde (3000 yıl öncesine dék yolu var) Hunları oluşturan boylarıñ ataları, ok ile iletişim kurmuşlardır (bilimciler bunlara Altay boyları adını vérmiştir çünkü Altay dağları dolayında yaşamışlardır). Oka tutturulmuş iletiler bélli uzaklıklarda bulunan hedeflere atılıyor, iletiyi alan diğerine aktararak, çok uzak yérlere ileti hızlıca gidebiliyordu. Bunu yaygın olarak kullanan ve tam bir iletişim ağı oluşturan Moğollar, Hazar deñizinden Japon deñizine, Sibirya'dan Hindistan'a dek olan bölgeyi bu şekilde yönetebildiler, tıpkı daha önce Gök Türk kağanlığınıñ aynı bölgede aynı iletişim yoluyla yaptığı gibi. Anadolu ağızlarında "davetiye, mektup" añlamındaki oku (Eski Türkçesi okıg) ile bugün kullandığımız oku- "yazı okumak" (Eski Türkçesi okı-) sözcüğü de bu yöntemden kalma sözcüklerdir çünkü, çok değil, 15.yy'a dek ok ile iletişim kullanılmıştır.

Bugüne geldiğimizde, "sosyal medya" dénilen ortamda bireysel olarak konuşulanlarıñ birikimi ile ortaya koca bir direnişiñ çıktığını görüyoruz. Daha öncesinde Arap Baharı da bu tür iletişim yollarıyla olmuş, ancak Gézi direnişi gibi barışçıl kalamamıştı. Nétekim, Gézi direnişi bir Türk Baharı olmadı.

Semt/Mahalle meclisleri örgütlenmesi.

Gézi direnişiniñ örgütlenme ayağı olarak gelişim gösteren, başlangıçta Gézi Parkı'nıñ polis éliyle kapatılması soñucu, Türkiye tabanına yayılmak üzere kentleriñ yeşil alañlarında toplanmaya başlayan gençler, şimdi né durumdalar?

Kışıñ yaklaşmasıyla parklarda toplanmanıñ güç olacağı daha gündemde değilken, tartışmalıklarda (semt meclislerinde/forumlarında) başka bir sorun ile boğuşuluyordu: ülkü savaşı. Tartışmalıklar; partileriñ, ülküleriñ, örgütleriñ, dérnekleriñ birbiriyle karşılaştığı ve direnişi kendi yandaşlığına çekmeye çalıştığı bir ortama dönmekteydi. Bundan kıllanan gençler, kışla birlikte toplanmayı nasıl sürdüreceklerini de bir yandan tartışıyor, artık ilk başta amaçladığı, semtiñ yérel sorunlarını konuşamaz duruma geliyordu.

Bu olumsuz ve umutsuz gözüken bétimlemede eksik (olumlu/olumsuz) bir sürü şey daha var. Ancak yazınıñ amacı, bu söylemediklerimi söyleyecek yér bırakmıyor.

Neyse, konumuza dönelim: iletişim.


Kişiler ve aralarındaki iletişimiñ simgesel gösterimi.
Bugün iletişimde eñ sık kullanılan yol, géñel ağdır. Géñel ağda, hiç adı sanı bilinmeyen bir bireyiñ bir yorumu, bir düşüncesi, bir saçmalığı bile birden tüm kullanıcılara yayılabiliyor. Bir düşünceniñ yayılabilmesi için bir yordam (prosedür) bulunmuyor. Kabul édilebilirliği yéterli oluyor. Benimsenmemiş veya yoruma bile değmeyecek düşünceler, élenip gidiyor. Doğal séçilimiñ güzel bir beñzetimi...

Facebook, Twitter, Google+ gibi toplu sanal ortamlarda, yalñızca kişileriñ arkadaş çevreleri ile bilginiñ yayılması gerçekleşiyor. Semti de bu tür bir ağa beñzetebiliriz. Bir semt düşünelim. Semtiñ sokaklarını, sokaklardaki évleri düşünelim. Évlerdeki gençleriñ, komşu gençlerle tanışıklığı nédeniyle, birçok yapılanıñ nice yayılacağını düşleyiñ. 

Her sokak, içinde évlerden birer ikişer genç barındıran bir ağ gibidir. Sokağıñ geleceğine dair kararlar, sokağıñ gençleri tarafından doğrudan alınabiliyor. Tartışmaları yürütmek için, her toplantıda başkası sorumlu oluyor. Belki de toplantı sonuñda bu kişiniñ kim olacağı bélirleniyor. Kararlar, o sokağıñ kendi karar vérdiği yöntemle bélirleniyor. Belki de, ilk alacakları karar, oylamayı nice yapacaklarıdır. Biri "oy çoğunluğu" olsun derken diğeri "oy birliği" olsun diyebilir. Hatta bir sokakta "yazı tura atalım" bile benimsenebilir!

Sokağıñ herbir genci, doğal olarak başka bir sokaktan bir genci tanıyor. Kendi sokağındaki gelişmeyi, diğer sokaktakine ya da öbür sokaktakine aktarmak için néler olup bittiğini añlatması yéterli. Belki de, alınan kararlar güvenilir bir yöntemle diğer sokaklara bildiriliyordur.

Sokaklardan çıkan kararlar, tüm diğer sokaklarca bilindiğinden, semtiñ ortak kararınıñ né olacağı da bilinecektir. Belki de, sokaklar géñel kararlarıñ nice olacağını da kararlaştırıp, ilk semt kararını bu biçimde vérebilir. Biri "sokaklardan çıkan her géñel karar bir oy sayılsın, oy çoğunluğu hangisindeyse o yürürlüğe girsin" dérken, öteki "sokaklardan çıkan kararlardaki oy sayımı doğrudan diğer sokaklarınkiyle toplansın" da diyebilir. Dahası, biri çıkıp "sokaklardan çıkan her kararı, sokaktaki kişi sayısıyla çarpıp öyle toplayalım (ağırlıklı toplam)" bériki ise "hepsi yazı tura ile olsun" diyebilir!

Ağ örgütlenmesi adını vérebileceğimiz bu düzeneği diğer düzeneklerle karşılaştıralım. 

Örneğin, ordularda dikey örgütlenme dénilen hiyerarşi vardır. Érler, bir çavuşuñ kararlarını uygularken, çavuşlar onbaşınıñ, hede hödönüñ, soñunda da Kuvvet komutanları da Géñel Kurmay'ıñ kararlarını uygular. Géñel Kurmay da nétikm Başbakanlığa bağlıdır.

Bugün Cumhuriyetimiz, Parlementer düzenekle yönetilir, bunuñ diğer adı yatay örgütlenmedir. Séçim bölgeleri, milletvekilleri tarafından temsil édilir. Temsilcileriñ oluşturduğu meclis yasa koyucu érktir. Séçim bölgesi né déñli géñişse, bireyleriñ düşünceleri o déñli zayıflaşır. Bugün parti egemenliği olduğu için, temsilciler kendi bölgelerinden çok partileriniñ géñel başkanlarınıñ kararlarını uygular oldular.

Bir de kargaşık (anarşik) örgütlenme vardır. Bunuñ tanımında uzlaşı bulunmamasına karşın, bir biçimde kuralları önceden bélirlenmemiş bir düzenek olduğu söylenebilir. Ancak, bu düzenek kendiliğinden hiyerarşik bir düzeneğe bile gidebilir! O yüzden bu tür uzlaşık olmayan tanımlara bu yazıda yér vérmeyeceğim ancak çağdaş kargaşacılık añlayışlarından birine örnek olsun diye, ilgili okuyucu Yeşil Kargaşacılığı (Green Anarchism) ya da Dérneşik (Collective) Kargaşacılığı araştırmak isteyebilir. Bilindiği üzere Beşiktaş yandaşlık topluluğu olan ayrık ülküler taşıyan bireylerden oluşan çArşı, Türkiye'deki örgütlenme olarak kargaşacılığıñ éyi bir örneği sayılabilir.

Bu karşılaştırmalar soñucunda, ağ örgütlenmesiniñ yavaş ancak sağlam bir karar düzeneğine sahip olduğunu vurgulamak uygun olur. Nétekim, bu örgütlenmeye eñ yakın örnek başımızıñ içindedir: beynimizdir. Siñir hücreleri, bir tür bireydir ve bu siñirsel bireyler başka bireylerle "kişisel/yérel" ilişkilerle (dentrit-akson bağlantısı) birbiriyle iletişim kurar (siñirsel iletişim maddesi, nörotransmiter madde). Tüm bu bağlantılar, bizim konuşma yéteneğimizi, omurilikten gelen tépkilerimizi, daha da önemlisi kararlarımızı bélirlemektedir. Yalñızca bizim değil, tüm hayvanlarıñ durumu budur. ancak eñ gelişmişi, evrimimiz gereği, bizim beynimizdir.

Sağlıcakla...

3 Ekim 2013 Perşembe

Gézi'den Doğacak Yéñi Ülkü: 90 Kuşağı

Bu, Gézi'den Doğacak Yéñi Ülkü: Giriş yazısınıñ ikincisidir. Üçüncüsü ve dördüncüsü de olacak.

Biraz gérilere gidelim...

Yıl M.Ö. 209.

Bagatur Çanyü (Mete Han), babası Tümen (Teoman) Kağan'a karşı ayaklandı. Bulunduğu konumdan yararlanarak kendine güvenilir bir birlik kurdu. Önce birliğinden her kişiye tek tek kendi hanımını vurdurtmak için buyruk vérdi. Çekinenleri kendisi vurdu. Kalanlara da tek tek eñ sévdiği atını vurmalarını buyurdu. Çekinenleri kendisi vurdu. Soñ kalan çekirdek birlikle babasını hedef gösterdi. Tüm oklar babasına vardı. Çin kaynaklarında Bagatur Çanyü ile kurulan bu boylar birliğiniñ adı Huñnu (Vahşi Köleler) olarak geçer. Birçok kaynakta Xun/Hun adı vérilir. Etnik olarak birçok boydan oluşur. Başındaki Bagatur Çinyü'nüñ etnik kökeni konusunda kesin bilgilerden yoksunuz.

Bilinen ilk askerî darbemiz budur. Nétekim, o dönemde erkekleriñ tümü ya savaşçı ya démirci ya da avcıydı. Bugün bizim Kara Kuvvetleriniñ kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak yazılıdır.

Yıl 552.

Orta Asya'da yayılmış Avar (Türkçe Apar, Çince Juan-juan) Kağanlığı, Altay Dağlarınıñ éteklerinde yaşayan, ya paralı savaşçı ya démirci ya da avcı olarak geçinen, ufak bir boylar birliğinden yardım istemek durumunda kaldı. Boylar birliğiniñ başındaki, Aşina boyundan gelen Bumın Kağan ile İştemi Kağan yardımlarını esirgemediler. Bunuñ karşılığında Bumın Kağan, Avar kağanından kızları arasından bir gelin vérmesini istedi. Avar kağanı, bunu géri çevirmekle kalmayıp, onları "altımızda démircilik yapan köle bir topluluk" diyerek aşağıladı. Bunuñ üzerine boylar, baş kaldırdı. Avar Kağanlığı yıkıldı. Yérine Bumın ve İştemi Kağan tarafından kurulan kağanlığıñ adını Çin kaynakları Tu-kue (miğfer) olarak yazmaktadır. Orkun yazıtlarında Türük Bodun (düzenli boylar) diye geçer.

Bu bilinen ilk halk ayaklanmamızdır. Boylar kendi içinde érkin olmanıñ yanında, baskıcı olmayan bir yönetim altında Karadeñizden Büyük Deñiz'e dék büyük bir birlik (konfederasyon) kurdu. Çinlileriñ oyunları, boylarıñ dağılmasını kolaylaştırsa da Gök Türkler'den gelen bu yönetim añlayışı, kağanlığıñ önemli etnik topluluğu olan Oğuzlar'da kalacak, Selçuklular'da gelişecek, né yazık ki Osmanlılar'da sönümlenecek, ancak soñunda Atatürk döneminde yeşerip Cumhuriyeti getirecekti. İşte 90 kuşağı bu Cumhuriyet'iñ geç de olsa ortaya çıkan ilk ürünü olacaktı.

Yıl 1453.

11 yıllık dağılma ve birleşmelerle geçen Fetret döneminden soñra, İstanbul'da soñ kalan Bizans kalesi de Osmanlı topraklarına katıldı. Baskıcılık arttı. Bizans'ıñ içindeki aydıñlar Avrupa'ya kaçtı. Ötekileştirilen ve sürekli başkaldıran Türkmenler, fermanlarla kılıçtan geçirildi. Esir alınan Türkmen askerleri her durakta 100'erli olarak kamunuñ gözü önünde uruldu. Osmanlı Devleti añlayış değiştirmişti. Selçuklu'dan dağılan boyları toparlamaktan ötesine geçmiş, artık İslâm adına "fetih" gerçekleştirmeye kaymıştı. Türkmenler, Abdallar, Kızılbaşlar karşılarında Osmanlı Devleti'niñ kanatları altına giren birtakım tarikatleri, kimi Yörük boylarını bulmuşlardı. Osmanlı baskıcı olmayı arttırdıkça, ötekileştirilen kesim Aleviliği, Bektaşîliği ve Şiiliği daha çok benimsedi. Savaşı Osmanlı kazandı. Artık Osmanlı, Selçuklularıñ hoşgörü geleneğini, Göktürkleriñ yönetim añlayışını tümüyle yitirmişti. Bu ayrıştırıcı durum, Türkiye Cumhuriyeti'nde de kendini Alevî-Sunnî çatışmasında kendini sürdürecekti.

Yıl 1789.

Avrupa'da tüccarlarıñ kentlerde sağladığı ekonomik olanaklar, bir kentli (burjuva) sınıfı yaratmıştı. Halk ile Aristokrasi arasındaki ekonomik uçurumuñ sonucu, Fransa'da ayaklanan halk, Aristokrasiden bunalmış kentlileriñ baş kaldırmasıyla, Kral ve Kraliçe'yi astı. Yıllarca Fransa'da halkıñ bir tür katılımıyla yönetilen Cumhuriyet yeñiden ve yeñiden ilân édildi, ta ki kararlı bir yapı oluşana dék.

Osmanlı bundan aşırı étkilendi. Osmanlı'da çatlak sesler yükseldi. Ancak Osmanlı Devleti kimi önlemler almıştı. Avrupa'ya göre halk bir bakıma daha özgürdü, daha geçimliydi.

Yıl 1867.

Fransız halk ayaklanmasından soñra, kentlileriñ devlet yönetimini tüccarlarıñ işlerine dayandırması soñucu, işçileriñ ezilmesi ve artı değeriñ belli bir yérde toplanması (bu kéz tüccarlarda), kentlileri bir daha çözüm bulmaya yöneltti. Karl Marx önderliğinde kentli bu kéz yiñe bir ayaklanma başlattı, bu kéz düşünseldi. 19.yy'ıñ soñunda ve 20. yy'da Lenin gibileri halkı arkasına alarak yönetimi işçileriñ eline vérecekti. Ancak geçim sıkıntısı işçi üstünlüğünü bitirecekti. Anapara üstünlüğüne karşı geliştirilen İşçi üstünlüğü, eksik bir çözüm olmuştu. Belki de daha geñiş bir kitleye gerek vardı.

Osmanlı bundan da étkilendi. Komünizm akımları aydıñlar ve subaylar arasında yaygınlaşıyordu. Sürülmeler, idamlar siyâsette de baş gösterdi.

Yıl 1914.

Sanayiyi geliştiren ülkeler arasında paylaşım savaşı patlak vérdi. Osmanlı Devleti toprakları, anaparanıñ hiç girmediği "makine yağı görmemiş" vérimli büyük bir alañdı.

Yıl 1919.

Savaşıñ eñ çok paylaşıma giren coğrafyasınıñ ortasında savaşta yeñilen tarafa dahil olan Anadolu halkı, baş kaldırdı. Atatürk önderliğinde 1923'te Cumhuriyet ilân édildi. Birkaç yıl soñra bir dizi yeñilik ile büyük bir atılım gerçekleşti. Osmanlı'dan iz kalmasın diye çaba harcandı. Devlet değişiyordu, ancak tümüyle değişemedi.

Yıl 1942.

Anaparanıñ érk olduğu ülkeler sömürge avlamaya başladı. Bilimi, savaş için geliştiren ülkeler insanlığıñ eñ utanç vérici savaşını gerçekleştirdi. Savaş istenilen biçimde bitmediği için daha soñrasında Soğuk Savaş olacaktı. Körfez Savaşı çıkacak; Mısır, İsrail, Bosna-Hersek, Afganistan ve birçok Afrika ülkesi karışacaktı. Yiñe de yétmeyecekti.

Genç Cumhuriyet ise, Atatürk'üñ ölmeden önce uyarısı üzerine savaşa girmedi. Ancak bunuñ karşılığını ağır ödeyecekti.

Yıl 1957.

Amerika Türkiye'ye sızdı. Ordu baştan soña değişmeye başladı. NATO, Türk ordusunu da yanına alarak Kore'ye gitti. Menderes Hükümeti, büyük ısrarları soñucu NATO'ya üye oldu. Nétekim, değişen Türk ordusu, NATO ve Amerika'nıñ véreceği birçok görevden ilkini başarıyla tamamlamıştı. Gençler tépki gösterdi.

Yıl 1960.

Gençler sokaklara inmişti. Türk Ordusu, bundan yararlanıp yönetime él koydu. Cunta içindeki Madanoğlu ile Türkeş sürtüşmesinde Türkeş kazandı. Başbakan asıldı. 

O dönemde çocuk olanlar, daha dün gerçekleşmiş İkinci Dünya Savaşını tarih derslerinde okuyordu.

Yıl 1972.

Gençler yiñe sokaklara inmişti, bu kéz birbirine saldırmaya başlamıştı. Türk Ordusu, siyâsete fiilen yön vérdi. Üç genç asıldı. Bu dönemiñ gençleri, iki darbe atlatmıştı. Tüm dünya çalkalanıyordu ve gençler kendi yurtları için bir şeyler yapma peşindeydi ancak silahlı çatışmalar, silahlı éylemler de baş göstermişti. Türk Solu'ndan ayrılan kendisine PKK (Kürdistan İşçi Partisi) diyen bir kesim, ileride bitmek bilmeyen bir kan davasına başlayacaktı.

Yıl 1980.

Gençler yiñe sokaktaydı. Her gün aşağı yukarı yirmi genç ölüyordu. Dışarıdan gelen bir sürü kışkırtıcı, Türk Ordu'sunuñ yönetime él koymasıyla bir ânda sokaklardan çekilivérdi ve gençleriñ ölümü durdu. Üçüncü darbeyi, işkenceleri, sindirmeleri, siyâsî ve diplomatik pislikleri gören bu kuşak; kendi çocukları olunca onları éylemden uzak tutmak istedi. İşlerine güçlerine bakmalarını öğütledi. Herkes ya doktor ya mühendis olmalıydı, siyasete bulaşmamalıydı. 

Bu dönemde çocuk olan 1980+ doğumlular; istikrarsızlıklarla, tehtidlerle, suikastlerle dolu bir dünyada büyüdü. Siyâsete girecek, ülküler peşinde koşacak yürekleri olmadı, uzaktan siyâset yaptılar. Her tartışmalarında ülke kurup ülke yıkarlardı, ancak iş éyleme gelince kimse ortada yoktu. Ana babaları, "oğlum karışma, kızım bulaşma" diyen 1970'i gören kuşaktı. Buna karşın, dağlarda iç ve dış desteklerle silahlanan eşkıyalık yapan PKK terör örgütü, kanlı éylemlere imza atıyordu.

Yıl 1990.

Bu dönemde doğmaya başlayanlar, suikastler, katliamlar olduğunda daha emekleme çağındaydı. Ancak bir yandan Avrupa'nıñ ve Amerika'nıñ barışçıl bilimcileri, kendi arasında iletişimi sağlamak amacıyla buluşlanan Geñel Ağ'ı (internet) kamu kullanımına açtı. Bilgisayarlar, hızlıca gelişme çağına girdi; yakında her evde bir bilgisayar olması olağanlaşacaktı.

Diğer yandan, katliamlar, işkenceler, terör éylemleri, şehitler, suikastler, diri diri yakılan aydıñlar, Devlet içinde tünekleyen kötü niyetli éller, "modern" darbe girişimleri gibi olaylar oluyordu. Bu günleri yaşarken, 1990+ doğumlular ise henüz yatmadan önce süt içiyordu.

Yıl 2002.

Geçim sıkıntıları vardı. Anapara sürekli él değiştiriyordu. Yeşil anapara ile Ulusalcı anapara karşı karşıyaydı. Soñuçta Yeşil anapara kazandı.

Bir yandan yarıda kalan İkinci Dünya savaşınıñ, soğuk savaş dönemlerinde yapılamayan devamına, bu yıllarda yeñiden başlandı. Arap Baharı ortaya çıktı. Kuzey Afrika'nıñ eñ batısından eñ doğusuna, oradan kuzeydeki Suriye'ye yayılması, ardından Rusya'yı arkasına alan Esad'ıñ Tükiyer ile karşısında Amerkia'yı arkasına alan Özgür Suriye Ordusu ve El-Kaide bağlantılı örgütleriñ kapışması; Üçüncü Dünya Savaşınıñ sanki küçük bir deñemesiydi. Türkiye halkı bundan aşırı étkilendi. Hükümet, parti devletini kurmaya çoktan başlamış, Amerika'nıñ diplomatik uygulayıcısı olmaya başlamıştı. Savaş çığırtkanları açık açık çığırıyordu.

Bu dönemde ergenliğini yaşayan 1990+ doğumlular, bir süre oldukça barışçıl bir dünyada yaşadılar. Ana babaları, onları siyasî tartışmalara sokmadı. Ev içinde siyaset sansürlendi. Onlar ise kendilerini geñel ağa vérdi, toplu paylaşım yérliklerinde kişilik oluşturmaya başladı. 1980+ kuşağınıñ interneti IRC üzerinden kimliksiz/adsız olarak kullanmasınıñ tersine, onlar Hi5, Facebook, Twitter gibi yérliklerde kendi adlarıyla sanal dünyada var oldular. Geleceğiñ siyaseti olarak "Gaia" tasarısı ortaya atıldı.

Ailelerinden siyasî yönlendirme görmeyen, apolitik yetiştirilmek istenen, derslerine odaklanıp doktor veya mühendis olsun diye ittirilen, telefondan veya geñel ağdan başını kaldırmayan gençler, kendi duyarlılıklarını ve barışçıl duruşlarını oluşturdu. Nétekim, bulundukları her yérde konutlar yapılıyordu, her yér çok katlı yapılarla dolduruldu. Küçükken top oynadıkları azıcık çimlik alañlar artık hiç yoktu. Doğaya aç kalmış, hormonlu tavuklarla, GDO'larla beslenmeye itilmiş, plastik dışında pék bir şeye dokunamamış bu gençler, uslarında doğaséverliği ayakları yére basar bir biçime soktu. Green Peace gibi örgütler Türkiye'de éylemlerini ve varlıklarını arttırdı.

Yıl 2013.

Taksim'deki Gézi Parkı'nda ağaçlar kesilmek istendi. Buna direnen tümüyle barışçıl olan gösterilere, polisleşmiş ve partileşmiş devlet ilk yumruğunu vurdu. Gérisini ise biliyorsuñuz (bkz: Uluslararası Af Örgütü Gézi Raporu).


 
İşte 90 kuşağınıñ gelişimi...

 

Kaynakça.

[1] Thomas Barfield (1989). The Perilous Frontier. Cambridge, MA: Basil Blackwell.
[2] Nicola Di Cosmo (2002). Ancient China and its Enemies: The Rise of Nomadic Power in East Asian History. Cambridge University Press.

[3] "Bilge Kagan ile Kül Tégin yazıtları": Talat Tekin (2008). Orhon Yazıtları. TDK yayınları.
[4] Kara Kuvvetleri yérliğindeki tarihçe.
[5] "Yusuf Has Hacib'iñ Kutadgu Bilig yapıtı": Reşit Rahmeti Arat (2008). Kutadgu Bilig. Kabalcı yayınları.
[6] Önder Güngör (2000). Gelasius'uñ Kılıçları, Dünden Bugüne Din-Siyaset-İktidar Çatışması. Sarmal yayınları.
[7] "Osmanlı Resmî Tarihi": İsmet Parmaksızoğlu (1992). Hoca Şemseddin Efendi, Tacüt Tevarih. Kültür Bakanlığı yayınları.
[8] Çetin Yetkin (2010). Türkiye'de Askerî Darbeler ve Amerika. Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdaafa-i Hukuk yayınları.
[9] Hakan Yılmaz (2000). Tarih Boyunca İhtilaller ve Darbeler. Timaş yayınları.
[10] Johnny Ryan (2013). The History of the Internet and the Digital Future. Reaktion Books.
[11] John Naughton (2012). From Gutenberg to Zuckerberg: What You Really Need to Know About the Internet. Quercus.
[12] İlber Ortaylı (2012). Türkiye'niñ Yakın Tarihi. Timaş yayınları.

1 Ekim 2013 Salı

Éylemsizlik İlkesi ile Hamilton İlkesi

Esenlikler,

Bu değişik yazıda, Doğa'nıñ iki ilkesini kafa kafaya çarpıştıracağız. Biri Galilei'iñ gözlemlere dayanarak ortaya çıkardığı, klasik doğabiliminiñ tabanını oluşturan éylemsizlik ilkesi; diğeri ise Hamilton'uñ doğayı sağlam bir añlayışa oturtmak için ortaya koyduğu azrı (eñ az) éylem ilkesi. İkisi de éylem dénen kavramla ilgili ilkeler. Tabi burada éylem dérken doğadaki nesneleriñ ölçülebilir hareketinden söz édiyoruz, yoksa oturma éylemi, Gézi Parkı éylemi vs. değil!

Yazınıñ soñunu şimdiden söylemek, okuyucuya né tür bir duygu uyandırıyor bilmiyorum, ancak yazar açısından çok eğlenceli gerçekten. O yüzden kendimi tutmayıp söylüyorum: yazınıñ soñunda azrı éylem ilkesiniñ, éylemsizlik ilkesi üzerine bir geñelleme olduğunu göreceğiz. Dahası, bu iki ilkeniñ de doğanıñ eñ doğal ilkelerinden olduklarını açıklığa kavuşturacağız. Démek istediğim, bu ilkeleriñ tersini düşünmeniñ tümüyle çelişkili olacağına gerçekten iknâ olacağız.

Yazıda matematiksel ifâdeler kullanmaktan çekinmeyeceğim, ancak kullanacağım matematik sıfır düzeyde olacak: toplama, çarpma.
 

Éylem nédir?

Güzel soru gerçekten. Nétekim, bunu sağlam, iyi tanımlanmış doğacıl (fiziksel) bir nicelik olarak bétimlemek gerekir. Hız gibi, ivme gibi, érk (enerji) gibi iyi tanımlı olmalıdır. Alman matematikçi Gaus (Gauß diye yazılır), İngiliz matematikçi Hamilton, Fransız matematikçiler Lagranj (Lagrange) ve Mopörtvi (Maupertuis), özünde tam olarak bunu yapmışlardır. Ancak éylemiñ gerçek bir tanımını, o güne dék yapan da çıkmış sayılmaz.

Ben şimdi bu saydığım bilimcilerden önce yaşayan bir doğabilimci gibi düşünüp, bu 18.-19. yüzyıl bilimcileriniñ değil de Galileo'nuñ kurduğu kavramlar üzerine éylemi tanımlama girişiminde bulunacağım. Bunu tabi ki, bugünkü bildiklerimiziñ sağladığı bakış açısıyla yapacağım, yoksa gerçekten o günlerde yaşasaydım usuma bile gelmezdi.

Galieo Galilei, 1632'de İtalyanca olarak yayınladığı "İki Başlıca Dünya Dizgesi Üzerine Tartışmalar [Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo]" adlı yapıtında nesneleriñ birbirine göre éylemsiz oldukları durumlarda hangisiniñ gerçekten hareket éttiğiniñ bilinemeyeceğini yazmıştır. Buna bugün görelilik ilkesi déniyor. Bu ilke kısaca, doğa yasalarınıñ birbirine göre éylemsiz gözlemciler için değişmez olduğunu, daha doğrusu doğa yasalarınıñ herkes için aynı olduğunu söylemektedir. Burada éylemi tanımlamadığımız için éylemsiz gözlemciden de bir halt añlaşılmaz. Bu nédenle, öyle bir tanım ortaya koymalıyız ki o tanım çerçevesinde değerlendirilen iki gözlemci aynı déñeyleri yaptığında aynı ilişkileri bulsunlar.

Galilei, bunu gémi örnekleriyle yapmıştır. Bugün gémileriñ sandığı gibi éylemsiz olmadığını artık biliyoruz. Ancak bir ân için bilmediğimizi düşünelim. İki géminiñ penceresiz iç odalarında bulunan iki deñeyci éle alalım. Bunlar dışarıyı göremedikleri için kendi gémileriniñ hareket édip étmediğini bilemiyorlar doğal olarak. Daha önce belli bir déñeyi yapmak için aralarında añlaşmış olsunlar. Örneğin, odanıñ tavanından nesneler bırakılsın ve hareketsizken düşecekleri noktadan né deñli saptığı ölçülsün.

Yapılan déñeylerde iki gözlemci de kendileriniñ hareketsiz olduklarını savunacaktır, hem de biri limanda durup, diğeri de sabit yélde yélkenler fora iken! Bunuñ nédeni, o dönemde yapılan gözlemiñ, gémiler arasındaki ortalama hıza bağlı olduğudur. Yoksa anlık hızlara bakacak olursak, ufak da olsa yéliñ hızı, géminiñ hızını étkileyecektir. Her şey güzel, éyi de; "birbirine göre éylemsiz" né demek?

Şimdi geometriye başvuralım. 


Éylemsizlik nédir?

Bir gözlemci, herhangi bir nesneniñ konumunu $x(t)$ ile işaretlesin. Burada $t$ simgesi, zaman içdeğişkenini bétimliyor: Her $t$ ânı için nesneniñ nerede olduğu $x(t)$ sayısı ile bélirlenir. Bu $x(t)$ sayısı bir gönderme olarak görülürse, onu $t$ 'niñ üsleri biçiminde yazabiliriz: $$x(t) = a_0 + a_1 t + a_2 t^2 + ...$$ Bu polinom soñsuza dék sürüyor da olabilir (bkz: Taylor açılımı). Ancak biz doğanıñ eñ yalıñ biçimde davrandığını varsayalım. O halde $t$ 'ye bağlı eñ küçük parça $x(t) = a_0 + a_1 t$ olduğunu görürüz. Bu, özünde $t^2$ değeriniñ sıfıra çok yakın olduğundan tüm diğer terimleriñ ihmâl edilebilir olduğunu söylemeniñ başka bir yoludur. Yalıñlık olsun diye $x(t) = \tau + w t$ olacak şekilde adlandıralım katsayıları.

Şimdi gözlenen nesneniñ konumundaki bir değişime odaklanalım. Bu değişim, $x(t_1)$ konumundan $x(t_2)$ konumuna olan bir gidiş olsun.  Bu iki konumuñ farkını
\[\Delta x \equiv x(t_2) - x(t_1)\]
olarak bélirtelim. Aynısını zaman için de düşünebiliriz: $\Delta t = t_2 - t_1$. Bu durumda, iki değişimiñ oranınıñ, $$\frac{\Delta x}{\Delta t} = w$$ olduğunu görürüz, bu bildiğiñiz ortalama hız! Bir kéz daha bu ifâdeniñ değişiminiñ zaman değişimine göre oranını uygularsak, $$\frac{\Delta^2 x}{\Delta t^2} = 0$$ olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Dikkat édilirse $t^2$ yi ihmâl éttiğimizde $x(t)$ niñ değişiminiñ değişimi sıfır oluyor. Burada $$t \mapsto at + b$$ şeklinde bir dönüşüm yaparsak, "değişiminiñ değişimi" ifâdesiniñ yiñe sıfır kaldığını görürüz. İşte bu dönüşüme doğrusalcı dönüşüm dénir, bu dönüşüme göre değişmeyen harekete ise doğrusalcı hareket dénir. Bu, gerçekten de o nesneniñ doğrusal hareketini betimler çünkü bu deñlemi çözmeye kalkarsañız, $x(t) = a_0 + a_1 t$ biçiminde bir çözüm élde édersiñiz! Bu da bize bir éylemsizlik tanımı sağlar:
Éylemsizlik. Hareket deñlemleri, $t \mapsto at+b$ biçimindeki doğrusalcı dönüşüm altında değişmez kalıyorsa, o nesne éylemsizdir.
Ancak bu bize hâla éylemi tanımlamadı, yalñızca éylemsizliği tanımladı! Daha dikkatli bakarsak, deñlemiñ sağ yanında "0" olmasaydı, deñlemler doğrusalcı dönüşümler altında değişmez kalmayacaktı. Daha açık olarak söylersek, deñlemiñ sağ yanında bir ifâde olması durumu için $$\frac{\Delta^2 x}{\Delta t^2} = F ( t)$$ deñlemi daha geñel bir bétimlemedir. Burada bilerek $F(t)$ ile gösterilen gönderme, nesneniñ doğrusalcı hareketini bozan tüm étkileşimleri içerir. Bu nicelik, ilk başta vérdiğimiz $x(t)$ niceliğiniñ t^2 veya daha yüksek üslere geñelleşmiş biçimine izin vérir. İngiliz bilimci Niuton (Newton), bu niceliğiñ "kuvvet bölü kütle" olduğunu ortaya koymuştur. Ancak bizim için şimdilik éylemiñ kaynağı dénmesi yéterlidir. 


İşte éylem!

Démin bir nesneden söz éttik, ancak birden çok nesne olabileceği gibi birden çok boyut da olabilir. Bu durumda $x(t)$ yérine $x(t)$, $y(t)$, $z(t)$ hatta daha çoğunu bétimlemek üzere $\vec{r}(t)$ simgesini kullanacağım. Üzerindeki ok simgesi, onuñ yönlü (vektör) olduğunu bélirtiyor. Ayrıca $i=1,2, \ldots, n$ nesneleriñ adı olmak üzere, $\vec{r}_i (t)$ her bir nesneyi betimlemiş olur. Bu durumda, éylem déñlemimiz, $$\frac{\Delta^2 \vec{r}_i}{\Delta t^2} = \vec{F}_i (t)$$ biçimine varır. Dikkat éderseñiz, her nesne için, üç boyut olduğundan, üç tane deñlemimiz var, kısaca 3n tane deñlemiñ her birini $i$ ve yönlerden biri ile bélirtmiş oluyoruz.


Tam bu noktada $\vec{F}_i$ denen niceliği, tek bir geñel nicelikten türetebilmemiz gerekir çünkü burada bir $i$ takma adı var, oysa éylem dédiğiñ tüm étkileşimleri ve hareketleri bétimleyecekse, her nesneye özgü olmamalı, tümünü kapsamalı. Bir $U(x,t)$ göndermesi düşünelim. Bunuñ yalñızca bélli bir $i$ için olan $\Delta \vec{r}$ değişimine göre değişen bölümüne $\vec{F}_i$ diyelim. Démek istediğim, $\Delta U$ değişiminiñ $\Delta \vec{r}_i$ değişimine oranınıñ yalñızca $\vec{r}_i$ içeren bölümüne $\vec{F}_i$ diyelim. Bunu añlatmak için $\Delta$ yérine $\partial$ simgesi kullanılsın. Soñuçta aşağıdaki ifâde her zaman doğru olacaktır:$$\begin{array}{rcl} \Delta U &=& \sum_i \frac{\partial U}{\partial \vec{r}_i} \cdot \Delta \vec{r}_i \\ &=& \frac{\partial U}{\partial x_1} \Delta x_1 + \frac{\partial U}{\partial y_1} \Delta y_1 + \cdots + \frac{\partial U}{\partial z_n} \Delta z_n \end{array}$$ Burada kısaltma olsun diye, ilk dizedeki $\sum_i$ simgesi, tüm nesneler için sağındaki ifâdeniñ toplanacağını söylerken, $\cdot$ simgesi de iki yönlünüñ yalñızca aynı yönlerdeki çarpımını bétimlemek için kullanılmıştır ($\vec{a} \cdot \vec{b} = a_x b_x + a_y b_y + a_z b_z $ gibi). Ayrıca burada yönlünüñ bölüm olarak yazılmasınıñ simgesel olduğunu söylemekte yarar görüyorum, yoksa yönlüyü değil o yöndeki bileşenini bölüyoruz!


İşte, $\vec{F}_i$ diye $\frac{\partial U}{\partial \vec{r}_i}$ olsun. Amacımız, bu biçimde bir işlev görece bir $U$ göndermesi bulabilmek! Böyle bir $U(\vec{r}_i, t)$ göndermesi, herhangi bir şey olabilir mi? Yoksa bélli ölçütleri mi vardır? Bu tür soruları yanıtlamadan önce $U$ 'yu kullanarak éylemi tanımlayabileceğimizi görelim.

Daha önce bulmuş olduğumuz éylem déñleminiñ her yanını $\Delta \vec{r}_i$ ile çarpalım (ayrıca $F$ yi de yérine yazalım): $$\frac{\Delta^2 \vec{r}_i}{\Delta t^2} \cdot \Delta \vec{r}_i - \frac{\partial U}{\partial \vec{r}_i}\cdot \Delta \vec{r}_i =0$$ Şimdi, burada n tane déñlemimiz var. Bunları alt alta yazıp topladığımızı düşünelim: $$\sum_i \left[ \frac{\Delta^2 \vec{r}_i}{\Delta t^2} \cdot \Delta \vec{r}_i - \frac{\partial U}{\partial \vec{r}_i} \cdot \Delta \vec{r}_i \right]= 0$$ Burada ikinci terim, doğrudan $\Delta U$ oluverir! İlk terimi de biraz düzenlerseñiz $\frac12 \Delta \left( \frac{\Delta \vec{r}_i}{\Delta t} \cdot \frac{\Delta \vec{r}_i}{\Delta t}\right)$ olduğunu görebilirsiñiz (burası ilgili okuyucuya alıştırma olsun). Bu durumda $$\Delta \left( \frac12 \sum_i \frac{\Delta \vec{r}_i}{\Delta t} \cdot \frac{\Delta \vec{r}_i}{\Delta t} - U \right) = 0$$ diye bir soñuca ulaşılır. Burada éylemiñ aşağıdaki gibi tanımlanabildiğini düşünebiliriz:
Galilei éylemi. Yalıtılmış bir bölgede bulunan nesneleriñ (Galilei bakışı) éylemi, $T_i=\frac12 |\vec{v}_i|^2$ doğrusalcı éylem, $U$ doğrusalcı olmayan éylem ve $v_i$ herbiriniñ hızları olmak üzere, $$L_G \equiv (\Sigma_i T_i ) - U$$ biçiminde tanımlanır.
Burada gerçekten $\frac{\Delta L_G}{\Delta \vec{r}_i} = 0$ alınırsa, yukarıdaki éylem déñlemlerini élde éderiz. Ayrıca, $U=$sabit durumunda ise doğrudan ilk (F siz) déñlemimizi élde éderiz! İşte bu bize éylemsizlik ilkesini vérir: $U$ sabit ise nesneler éylemsizdir, değilse éylemlidir ve éyleminiñ nasıl bulunacağı da béllidir!

İşte buna Galilei tarzında azrı éylem ilkesi diyebiliriz.

Çünkü Hamilton'uñ éylem tanımı aşağıdaki gibi olup: $$S = \int_{t_1}^{t_2} L (\vec{r}_i, \vec{v}_i; t) dt$$ buradaki $L$ göndermesi Lagranj tarafından $$L \equiv T - U$$ olarak verilir. Hamilton, azrı (eñ az) éylem ilkesini ise $$\frac{\delta S}{\delta \vec{r}_i}=0$$ olarak ifâde éder. Buradaki $\delta$ simgesi, değişimiñ ötesinde her türlü farkı ya da türleşimi bétimler çünkü $S$ bir fönderme değildir, bir sayıdır ancak içinde bir göndermeniñ her değeri üzerinden toplama bulunur. Bu çözüldüğünde ise Öyler (Euler) ile Lagranj'ıñ bulduğu deñlemlere varılır, tıpkı yukarıdaki gibi. Öyler, éylem déñlemlerini yalñızca geometrik olarak eñ kısa yolu giden nesneler için bulabilmişti, Lagranj bunu doğabilimcil gözle yéniden yapmış, Hamilton da géñelleyip temel bir ilkeye ulaşmıştır. İşte bu yazıda da bu yolu Galilei dönemine uygun olarak yapmaya çalıştık.


Ya ilke yañlışsa?

Kişi, ilk başta "hadi oradan len!" diyebilir. Ancak, bunu bile ciddiyetle éle alıp, ona göre éyi bir yanıt vérebilmeliyiz. Yoksa bu ilkeniñ hakkını vérmiş sayılmayız. 

Bir ân için gerçekten éylemsizlik ilkesiniñ ya da azrı éylem ilkesiniñ yañlış olduğunu varsayalım. Eñ azından ilk başta, éylemsizlik ilkesi, kendisi üzerine felsefe patlatmak için daha yalıñ/açık görünüyor. Kişiniñ usuna "Bir nesne, üzerinde bir étkileşim yoksa, né diye hızını korusun ki?" ya da "Bir nesne, doğrusalcı olunca néden éylemsiz sayılsın ki?" sorusu gelebilir. Bu sorunuñ tersi daha doğrudur: "Bir nesne, durduk yére hızını (doğrusalcılığını) néden değiştirsin ki?"

Yazınıñ başında zaten doğrusalcı dönüşümler altında değişmez kalan durumuñ hızını koruyan durum olduğunu görmüştük: $$\frac{\Delta}{\Delta t} \left( \frac{\Delta \vec{r}}{\Delta t} \right) = 0 \, \Rightarrow \, \vec{r} = \vec{r}_0 + \vec{v} t$$ Déme ki, fazladan étkileşim, doğrusalcılığı bozacak. Bozacak da, soñuçta neden doğrusalcı değişmezliği éylemsizlik olarak tanımlıyoruz? Soru özünde budur.

Bu soruları yanıtlamak için öncelikle duran bir nesne ele alalım. Biz bir gözlemciyiz ve nesne de yalñızca duruyor olsun. Şimdi başka bir gözlemci düşünelim, o duran nesneyi, o gözlemci nasıl görür? İkinci gözlemci ile birinci gözlemci birbirlerine göre ayrı hızlarda ise, ikinci gözlemci duran nesneyi kendi çerçevesinde duruyor olarak görmeyecektir. İvmeleri olan gözlemciler ise, arada bir ayrım gözlerler. İvmeleri ayrı ise (örneğin birinci gözlemci ikincisini ivmeli gidiyor olarak görüyorsa), duran nesne, diğer gözlemci tarafından hiçbir zaman duruyor ya da sabit hızla gidiyor olarak görülemez, sanki nesne sürekli hızını değiştiriyor gibi görür. Ancak ve ancak aynı ivmedeyse, nesneyi duruyor ya da sabit hızla gidiyor görür. Bu ayrım, özünde görelilikteki eşdeğerlik ilkesine deñ geliyor (ancak buna bu yazıda girmeyeceğim).

Soñuç.

Bélli ki, Hamilton azrı éylem ilkesi, Galilei tarafından daha kısıtlı olarak ($U=$sabit) düşünülmüştür. Galilei döneminde soñsuz küçükleriñ hesabı olmadığı için biz de buna uygun olarak işlemlerimizi yaptık. Niuton döneminde (kendisi ve Libniz -Leibniz-tarafından) soñsuz küçükler hesabı bulunmuş, böylece Niuton deñlemleri yazılabilmiştir. Ardından da azrı éylem ilkesi geliştirilmiştir. Bugün bu ilke Çağdaş Doğabiliminde de olduğu gibi kullanılır. Ancak niceli (quantum) kütleçekim kuramlarına ulaşmak için bu ilkeyi daha da géñelleştirmek gerektiği düşünülür. Nétekim, Faynman (Feynman) bu amaçla iz tümlevini (path integral) bulmuş, niceli alañ kuramını bu biçimde bétimleyebilmiştir. Ancak kütleçekimiñ niceli kuramında bu yöntem de işe yaramamış, herkesi olduğu gibi onu da yüz üstü bırakmıştır. İleride bir kişi daha geñel bir yöntem bulup kütleçekimini nicelileştirdiğinde nerede eksik düşündüğümüzü o zaman göreceğiz.

Soñuç olarak éylemsizlik, "nesneleriñ éylemlerini durduk yére bir néden olmaksızın  değiştiremeyeceklerini" bildirir, bunu doğrudan azrı éylem ilkesiyle de görebiliriz. Daha ayrıntılı bir déyişle éylemsizlik, birbirine göre doğrusalcı hareket éden gözlemcilerden éñ az biriniñ o nesneyi durgun görmesi durumudur. Birbirine göre éylemsiz gözlemciler ise ancak ve ancak aynı ivmeye sahip olanlar olabilir. Aynştayn'ıñ (Einstein) géñel görelilik kuramında, éylemsizliğiñ ivmeli durumlara da géñelleştirildiğini ancak bu ivmeniñ yalñızca kütle çekim kaynaklı olabileceğini söylemeliyim. Diğer her türlü ivme, éylemli sayılacaktır. Kısaca kütle çekimi, géñel görelilikte bir "kuvvet" sayılmıyor, doğrudan éylemsizliğiñ kapsamına giriyor.
















12 Eylül 2013 Perşembe

Gézi'den Doğacak Yéñi Ülkü: Giriş



Giriş.

Béşinci ayıñ 28'inde Gézi Parkı'nda éylem başladığında, olayıñ çévreci birkaç kişiden oluştuğu düşünülmüştü. Nétekim, o ayıñ soñ günü ile birden bire bir toplu direnişe geçildiğinde bir daha géri dönülemeyecek bir süreç başlayıvérdi. Bugün ise, gençliğiñ (tüm toplumuñ değil!) iki kesime ayrıştığını görüyoruz: çapulcular ile akgençlik. Ancak burada orantısız kolluk gücü dışında, orantısız bir şeyler daha var: bakış açısı.

Géziciler ya da Çapulcular diye adlandırılan kesimiñ ték bir rengi yok, içlerinde boyadıkları basamaklar gibi bir gök kuşağı var. Bu basamaklarıñ üzerinde, 90 kuşağınıñ ağır bastığı, kendini inanç-köken-yaşayış tabularından éyice kurtarmış, çévreci olduğu ölçüde barışçıl, barışçıl olduğu ölçüde de tüm düşüncelere yakşıgörülü bir gençlik duruyor. Yazı dizisiniñ ilerleyen bölümlerinde bu gençliğiñ néreden yétiştiği üzerinde duracağım.

Diğer yanda ise, tümüyle inanç érki üzerinden sataşan, kendinden olmayanlara karşı orantısız baskıcılık ve şiddet yanlısı, AKP-cemaat güdümünde veya kendini AKP'niñ gençlik kolları gibi gören bir gençlikten söz édiyoruz. Tabî ki burada söz édileniñ, gençliğiñ kesimleri olduğunu, AKP'ye oy véren ya da inançlarını korumaya yönelik olarak Gézi direnişine éyi gözle bakmayan toplum kesiminden ayrı tutulması gerektiğini vurgulamalıyım. Yazınıñ soñraki bölümlerinde akgençliğiñ nasıl yétiştirildiğini irdeleyeceğim.

Péki, böyle bir ayrışma nasıl oldu? 


Bunu geçmişiyle irdelemeden önce, kuş bakışıyla Atatürk'üñ néler yaptığını, yaptıklarınıñ bugün néce değerlendireleceği konusundaki öngörülerimi yazma niyetindeyim. Bu noktada, Gézi Direnişi'niñ kesinlikle Atatürkçü ya da Kemalist ya da Ulusalcı bir çizgide olmadığını, dahası, kaynağınıñ da Atatürk olmadığını da éyi bildiğimi bélirtmeliyim. Daha géñel olarak, Gézi direnişiniñ hiçbir partiye de mâl édilemeyeceği her zaman vurgulanmalıdır. Bunuñ yanında, Gézi Direnişiniñ, Atatürk dahil herhangi bir öndere de mâl édilemeyeceği, bugün ve bence yarın da vurgulanasıdır. 

Nétekim, Gézi direnişindeki éylemcileriñ görüşleri arasında TGB'liler gibi Atatürk'e taparcasına bağlı olanlarıñ yanında (bkz: "Mustafa Kemâl'iñ Askerleriyiz!"), BDP'liler gibi Atatürk'e karşı olanlar da, o ya da bu şekilde bulunuyordu. Ayrıca, Gézi direnişiniñ eñ odakta duran özelliği, hiçbir aşamasında önderli bir direniş olmamasıdır (bkz: "Mustafa Keser'iñ Askerleriyiz!"). Öndersizlik, ülkeniñ parklarında kurulan semt meclisleri veya forumlarına da olduğu gibi taşınmış, örgütlenme biçimi artık bu hâliyle kanıksanmıştır. 

Démeli, direnişiñ, bu nédenlerle, Atatürk kaynaklı olmadığı açıktır. Dahası, hiçbir ülküye de (yânî ideolojiye) yamanamayacağı karşı kitlelerce de açıklık kazanmış görünüyor. Ülkücüleriñ (önderlerine rağmen) orada bulunmaları, solcularla birlikte baskıcı hükümeti éleştirip gaz yemesi, solcularıñ ulusalcılarla birlikte slogan atması, barikat kurması, ulusalcılarıñ BDP'li éylemcilerle dayanışma içinde olması (ara sıra bayrakla ve posterle ilgili küçük gerginliklere néden olduysa da) Gézi direnişiniñ partilileştirelemeyeceğini ortaya çoktan koymuştu. Zâten Gézi Direnişi'niñ bu siyasi düzene karşı bir direnme olması bunu gerektirdi (bkz: partiler yasasınıñ değiştirilmesi isteği).

Bu yazı dizisinde ayrıntılarına yér véreceğim görüşüme gelirsek; gelecekte oluşacak yéñi bir ideolojiniñ, yéñi bir ülkünüñ ilk adımınıñ Türkiye Cumuriyeti'niñ kurucusu M. K. Atatürk tarafından, ikinci adımınıñ ise Gézi Parkı'nda direnip tüm ülkeye barışçıl bir güç sağlayan 90'lı kuşağı tarafından atıldığıdır. Bu, yazı dizisi boyunca ayrıntılandırılacak bir öngörüdür. Önce ilk adımı irdeleyeyim. Belki de buna sıfırıncı adım démek daha doğru olur (bkz: Termodinamik yasalarınıñ numaralandırılması).

Mustafa Kemâl Atatürk'üñ Gençliğe Seslenişi, bıktırıcı bir biçimde çok dillendirildiği için önemini ve añlamını yitirmiş gibi gelse de, gençlik odaklı çok önemli bilgiler içermektedir. Bunuñ yanında Bursa Nutku'nda çizilen Türk Genci tanımı ve bétimlemesi de büyük ölçüde tamamlayıcıdır. Hem Gençliğe Sesleniş hem de Bursa Nutku éle alındığında, Atatürk'üñ gençleriñ ana étmen olduğu bir gelecek tasarladığı kolaylıkla añlaşılabilir. Ancak bu konuda ayrıntılı bir doktrin yérine uygulamaya yönelik bilgiler bulunmaktadır.

Gençliğe Seslenişte, ülkedeki eñ kötü durum karşısında Türk Gençliğiniñ duruma él koyması gerektiği ayrıntılarıyla añlatılırken, Bursa Nutku'nda ise bir genciñ nasıl demokrat olabileceği, nasıl devletiñ işleyişini düzeltebileceği ték ték söylenmiştir. Né yazık ki, Atatürk'üñ Gençliğiñ bütününe ilişkin başka bir yapıtına deñ gelmek olanaklı değildir. Yiñe de kimi söylemleri ile uygulamaları bir izlenim vérebilir.

Bu yazınıñ konusu, Atatürk'üñ yaptıklarını añlatmak değildir. Ancak kuş bakışı bir görüntü vérmek açısından Atatürk'üñ yaptıkları değerlendirilmeden 90'lı kuşağıñ né yaptığını añlamak, onlarıñ sağ duyusunu henüz görememiş kesimler için güçleşecektir. Daha doğrusu, Atatürk'üñ, Cumhuriyeti kuran yétke olarak, gençlere ülkeniñ bozulan yapısını düzeltmeleri için de meşru zemin sağlamış olması, 90'lı kuşağıñ başlattığı Gézi Direnişi'ni tümüyle meşru kılmaktadır (özellikle Bursa Nutku ile).

Atatürk'üñ her şeyden önce 1923'te Halk egemenliğine dayalı bir yönteim biçimi gétirmesi, bugünkü tabanı oluşturmuştur. 1924'te "Halifeliğiñ Cumhuriyet ve Meclis kavramlarınıñ zâten kapsamında bulunduğu" gerekçesiyle Hilâfet makâmını kaldırması, ardından 1928'de ise inanç özgürlüğü ilkesi gereği laikliği/sekülerizmi gétirmesi bu topraklarda eñ soñ Anadolu Selçuklularında bulunan hoşgörü ortamını añımsatmıştır. Cumhuriyet tarihinde ték bir gün bile başbakan olmamış olan Atatürk'üñ, İsmet İnönü'nüñ uygunsuz tutumlarına karşın, demokrasiyi gétirmese bile tabanını oluşturması, ilk adım olarak görülmelidir. Ancak bu yapılanlarıñ özünde işçi érkini ve sosyalist bir yönetimi gétirme özvérisi olduğu da savunulagelmiştir. Bunuñ öyle olmadığı éyi bilinmelidir.

Türk solunda yaygın olarak bazıları, Atatürk'üñ özünde komünist/sosyalist görüşte olduğunu ancak dönemiñ koşulları gereği bunu açıkça uygulayamadığını savunsa da; bunuñ gerçekle bir ilgisiniñ olmadığı béllidir. Atatürk döneminde Rusya ile yakın ilişkilerde bulunan birçok Paşa'nıñ varlığı, Atatürk'üñ bildirilerinde hep "Ey Müslüman kardeşlerim ve komünist yoldaşlarım" diye hitâp étmesi, dönemiñ koşullarınıñ hiç de düşünüldüğü gibi olmadığını göstermektedir. Türk solundaki bu tutumuñ, Atatürk milliyetçiliğini kullanarak sosyalist bir érk için yol açmak olduğunu sanıyorum, tıpkı AKP'niñ inancı kullanarak érk olmaya çalışması (büyük ölçüde de bunu başarması) gibi. Nétekim, ulusalcılarıñ (bkz: CHP'niñ bir kesimi, İşçi Partisi ve Türkiye Gençlik Birliği, Atilla İlhan'ıñ dip gürültüsü, Banu Avar'ıñ hitap éttiği kitle), birçok kéz Atatürk ile Ché'yi ilintilendirmesi (bkz: öldürüldüğünde sırt çantasında Nutuk bulunması savı), Atatürk'üñ devletçilik politikaları veya Atatürk'üñ Ruslarla olan yazışmalarındaki satır araları gibi öğeleri kullanarak yarattıkları ortam, samimi olmaktan uzaktır bence.

Konuya dönmem gerekirse, Mustafa Kemâl Atatürk'üñ yaptıklarını gelecekte oluşacak bir ülkünüñ sıfırıncı adımı olarak görmekteyim. Ondan bağımsız olarak, 90 kuşağı ve yanında omuz omuza direnen daha yaşlı kuşaklar, bu Haziran'da birinci adımı atmış bulundular. Aynı gençlik, polis tarafından Gézi Parkı'ndan çıkarılmanıñ soñucunda ülkeniñ dört bir yanındaki parklara çekilerek direnişiñ taban örgütlenmesi ile ilgili olan ikinci adımı atmış oldular. 

Fosforlu kédi gözlerörö-- aman -- gelecekteki olaylar ise bu gençliğe yol gösterecektir.

Bir soñraki bölümde Çapulcularıñ nasıl olup da böyle barışçıl ve çevreci bir yapıda yétiştiklerini geçmişiyle inceleyeceğiz.